14 Temmuz 2008 Pazartesi

Yüksel Yeşilbağ. 2006. Frankfurt Okulu ve Aydınlanmanın Diyalektiği. Yaşadıkça Eğitim Dergisi, Sayı, 90.

Frankfurt Okulu ve Aydınlanmanın Diyalektiği
Dr. Yüksel Yeşilbağ

Frankfurt Okulu kavramı yaygın olarak hem bir grup entellektüeli hem de özgül bir toplum teorisini belitrmek için kullanılmaktadır. Bu entellektüeller 1923 yılında Frankfurt’ta kurulan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsünde bir araya gelmişlerdi. Ancak Frankfurt Okulu ismiyle anılan kavramın temeli Max Horkheimer’ın 1930 yılında bu Enstitünün yöneticiliğine atanmasıyla atılmıştır [1].
Jay [2]bir çalışmasında Frankfurt Okulu’nu şöyle tanımlamaktadır: “Eleştirel Teori olarak da bilinen Frankfurt Okulu; üyeleri, yetiştirdiği öğrenciler, teorik yönelim/üretim, yaptıkları araştırmalar, toplumsal ve problematik duruma sağladığı karşılık ve açılımlardan ötürü bir entellektüeller topluluğudur”.
Frankfurt Okulu teorisinin çekirdeğini Horkheimer, Marcuse, Adorno ve Fromm’un [3] çalışmaları oluşturmaktadır. Ancak bunlardan başka Pollock, Lowenthal, Wittfogel de okul çevresinde çalışan kişilerdi.
Okulun en önemli üyelerinden olan Max Horkheimer ve Theodor Adorno tarafından yazılan “Aydınlanmanın Diyalektiği” aynı zamanda okulun ve bu iki yazarın temel yapıtlarındandır ve kitap, iki yazarın o dönemde yazmaya başladıkları kitle kültürü, modern toplum, teknoloji, teknik, sanat, estetik ve siyaset konularındaki görüşlerinden oluşmaktadır.
Toplumların tarihsel gelişim sürecinde temel bir kavram olarak göze çarpan Aydınlanma kavramı, yaşamın bir çok yönünü etkilemiş düşünme ve davranış biçimlerini ifade etmektedir ve dünyanın tüm gizlerini açığa çıkarmayı amaçlamaktadır. Örneğin insanlığın doğada açıklayamadığı bir çok olguyu ve olayı mitlerle açıklamaya çalışması ilkçağ döneminde bir aydınlanma olarak görülürken, daha sonraki tarihsel süreçte dinlerin ortaya çıkışı ile aynı olgu ve olayların açıklamasının tanrıya/tanrılara ve “kutsal kitaplarına” dayanarak yapılması aklın diyalektiğinin bir sonucuydu. Bu durumda mitsel açıklamalar “geri” ve “akıl dışı” olarak nitelendirilirken (böyle algılanırken), dinsel açıklamalar “toplumsal koşullara en uygun!” duruma gelmiştir. 18. yy’da Avrupa’da ortaya çıkan Aydınlanma dönemine bakıldığında da bu örnek haklılığını korumaktadır. Hristiyanlığa karşı yoğun ve radikal eleştirilerin olduğu, kilisenin, din adamlarının, dinsel erkin ve her şeyin “deneyin rehberliğindeki aklın” [4] süzgecinden geçirildiği/eleştirildiği yüzyıldaki aydınlanma [5]din ve dinsel kültlerle ve bunlardan kaynaklanan “boş inanç”larla savaşım olarak görülmektedir. Başka bir deyişle Aydınlanma, 18. yy.’da varolan totaliterliğe, kastçı feodal toplum düzeneğine, baskıcı dinsel dünya görüşüne karşı [6]yeni olgunlaşmakta/şekillenmekte olan burjuvazinin yönettiği bir özgürleşim [7] hareketidir [8]. Dolayısıyla aydınlanma, “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde de söylendiği gibi aklın “kendisinin efendisi olma”; yani insanın aklını kullanarak doğayı ve türdeşlerini tahakküm altına alma amacını gütmüştür. Buhr ve diğerlerinin [9] dediği gibi “aydınlanma özünde bir karşı çıkış hareketidir [10]”.
Aydınlanma kavramı yakından incelendiğinde bir çok filozofun bu kavrama farklı anlamlar yüklediği görülmektedir. Birçoğu, aydınlanmayı aklın diyalektiğinin bir sonucu olarak görüp insanlığın gelişimini temsil ettiğini savunurken, Horkheimer ve Adorno’nun da içinde bulunduğu Eleştirel Teorisyenlerin hemen hemen tamamı aydınlanmayı aklın, dolayısıyla insanın ve yarattığı değerlerin kendisine yabancılaşması olarak görürler.
17. ve 18.yy’da Avrupa’da (özellikle Fransa’da) gelişen Aydınlanma Dönemi, Aydınlanma kavramından çok farklıdır [11]. Burada bahsedilen şey ortaçağ skolastik döneminden kurtulma çabasında olan Avrupa’da Locke, Voltaire, Diderot, Berkeley, Hume, Kant [12], Leibniz, Rousseau, Montesquieu ve Hegel [13] gibi ünlü filozof ve bilim adamlarının katıldığı bir harekettir.
Horkheimer ve Adorno, Aydınlanma Dönemini tanımlarken bu dönemin rasyonel bir aydınlanma olmadığını öne sürerek Aydınlanma Çağı ile birlikte aklın kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimi içine girdiğini ve aklın gitgide “koyu bir karanlığa” [14] itilmeye başlandığını, özellikle de Aydınlanma Çağı ile birlikte gelişen kapitalizmin “...aklın güncel biçimini ve aklı mahveden güç olduğunu” [15]; başlangıçtan beri özellikle mitsel, dinsel ve doğa kaynaklı korkuyu insanlardan uzaklaştırma ve insanları kendilerinin efendisi durumuna getirmeyi amaçlayan Aydınlanmanın bir sonucu olarak “yeryüzünün bugün muzaffer bir felaketin belirtilerini taşıdığını” [16] ifade etmişler .
Sonuçta yazarlara göre, Aydınlanma düşünü ile birlikte akıl bir bütün olarak toplumsal sürece boyun eğmiş, aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde dominasyon kurulmasında oynadığı rol ya da başat ideolojinin “ideolojik aygıtı/sözcüsü, tek ölçütü konumuna ulaşmıştır. Başka bir deyişle Aydınlanma ile birlikte akıl kendisini ve özellikle “özerkliğini” yok etmeye girişmiştir.
Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın birbiriyle ilişkili dört temel problemi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Birincisi Ozan Homeros’un Odiseus’unu inceledikleri “Odiseus ya da Mit ve Aydınlanma” bölümünde aydınlanmanın gelişim sürecinde dil’in başat güçlerin aracı oluşu yani dilin gerilemesidir. Bu bölümde ayrıca mitsel doğa ile aydınlatılmış doğa üzerindeki başatlığın ayırımını ve birliğini somut bir şekilde ortaya koyan “kurban ve feragat” kavramları yer almakta; “uygarlık tarihi, kurbanın içe dönüşünün tarihidir...Feragatin tarihidir [17]” belirlemesine gidilmekte ve Aydınlanmanın mite dönüşü müjdelenmektedir. Bu dönüşün nedenini ise şöyle ifade etmektedirler “Aydınlanmadan mitolojiye gerileyişin nedenini, özellikle gerileme amacıyla icat edilmiş milliyetçi, pagan ve diğer modern mitolojilerden çok, hakikat karşısında donup kalmış Aydınlanmanın kendisinde aramak gereklidir” [18].
İkinci problem Kant, Sade ve Nietzsche’de aydınlanma kavramıdır. Ayrıca bütün doğal şeylerin körü körüne nesnel-olanla doğal-olanın başatlığında otokratik özneye bağımlı hale gelişi incelenmektedir. Aydınlanma, mantıksal olarak baskıya, aşırı düzene, kısacası “toplumun total olarak yönetilmesine/totaliterizme –faşizme- neden olabilir [19].
“İnsanlar egemenler için, doğanın tamamı da toplum için malzeme durumuna girer. Yurttaşların birbirlerini rahat bırakmadıkları kısa bir liberalizm döneminden sonra egemenlik faşizm biçiminde rasyonelleştirilmiş arkayık dehşet olarak meydana çıkar”[20].
İlk iki bölümde daha çok araçsal aklın doğuşu, bütün nesnelerin otokratik bir özneye bağlanışı/bağımlı kılınışı bağlamında aydınlanma eleştirisi yapılmaktadır.
Üçüncü problem “Kültür Endüstrisi”dir. Horkheimer ve Adorno, ABD’de bulundukları dönemlerde, teknolojik gelişmelerin insan yaşamını ve toplumu nasıl değiştirdiğini görmüşler ve Aydınlanmanın Diyalektiğini yazarken bundan çok fazla etkilenmişlerdir. Buna göre kültürel alanla ilgili çalışmalara ağırlık vermişlerdir [21].
Yazarlara göre Kültür ve Endüstri, toplumsal yapının iki boyutudur. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde bu iki kavram birleşerek Kültür alanının endüstrileşmesi [22]anlamına gelir. Klasik Marksizm’de olduğu gibi Batı toplumunun yalnızca emek-sermaye çelişkisiyle açıklanamayacağı, kültür’ün de mutlaka bu toplumu açıklamada hesaba katılması gerektiği üzerinde durulmuştur.
Marksizm’de birey, sisteme emeği ile bağlıdır. Yani işçi sınıfı, ürettiği değerlerin karşılığı olarak işveren tarafından kendisine verilen ücrete bağımlı hale getirilmiştir. Horkheimer ve Adorno da dahil Eleştirel Teorisyenler ise Batı toplumunun bireyin aklını ele geçirdiğini dolayısıyla bireyin sisteme emeği ile değil aklı ile bağlı olduğunu savunmaktadırlar. Buna göre Aydınlanmanın Diyalektiği’nde burjuvazinin, özellikle medya aracılığı ile bireylerin akıllarını tahakküm altına alarak [23]kitleleri nasıl aldattığı üzerinde durmuşlardır.
“Tekelin egemenliğindeki her kitle kültürü özdeştir ve tekel tarafından üretilen kavramsal iskeleti iyice belirmeye başlamıştır. Yöneticiler bu iskeleti örtmeye artık o kadar çok ilgi göstermemekte ve acımasızlıklarını açığa vurdukça tekelin iktidarı artmaktadır. Sinema ile radyonun kendilerini artık sanat olarak göstermeye ihtiyaçları yoktur. Bir ticaretten başka bir şey olmadıkları gerçeğini bilerek yarattıkları değersiz şeyleri meşru hale getirecek bir ideoloji olarak kullanmaktadırlar”[24].
Dördüncü ve son bölüm olan “Anti-Semitizm Öğeleri”nde daha çok aydınlatılmış uygarlığın barbarlığa geri dönüşünün tarihini anlatmaktadırlar.
“Burjuva anti-semitizminin özgül ekonomik bir nedeni vardır: Egemenliğin üretim kılığına girmesi. Önceki dönemlerde egemenler doğrudan doğruya baskı uygularken çalışmayı yalnız alt katmanlara bırakmakla kalmayıp üstelik egemenlik altında zaten öyle olan bir yüz karası, bir hakaret diye açıklamışlardır, böylece mutlak monarşi merkantilizmde büyük manifaktur sahiplerine dönüşmüş, üretim kamu tarafından karşılanır hale gelmiştir...Burjuva olarak efendiler...başkalarının emeğine rasyonel şekilde hükmetmek içi çalışmak ayıp değildir, demişlerdir”[25].
Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde aklın kendi karşıtına dönmesinin ve toplumsal tahakkümün yeni rasyonelleştirilmiş biçimlerini üretmesinin yollarını tartışmışlardır. Yaptıkları yorumda araçsal rasyonellik [26] ile kapitalizmin bir sentezi, bireylerin sistemin buyruklarına göre hareket etmelerini sağlayacak şekilde toplumsal bütünleşmeyi garantilemek üzere bilinci ve ihtiyaçları yönetmek için kitle iletişimi ve kültürünün inceltilmiş tarzlarını, bürokratikleştirilmiş ve rasyonelleştirilmiş bir devlet aygıtını ve bilim ve teknolojiyi kullanmıştır. Toplumsal rasyonelliğin irrasyonelliğe dönüşme yollarını; Aydınlanmanın nasıl yalana dönüştüğünü ve modernliğin karakteristiği olan özgürlük ve ilerleme tarzlarının nasıl tahakküm ve gerilemeye dönüştüğünü çözümlemişlerdir. Aydınlanmanın kendisiyle rekabet eden tüm düşünce tarzlarını ortadan kaldırıp hakikat ve doğruluk konusunda hak iddia eden tek düşünme tarzı olarak kaldıkça totaliter hale geldiğini iddia etmişlerdir. Bu yolla Aydınlanma “mit” ile iç içe geçer ve tahakküm tarzlarını yükseltmek için toplumsal rasyonelleşmeyi kullanan baskıcı toplumsal güçlerin kudretli bir aracı olarak boy gösterir. Örneğin geleneksel otoriter, pozitivistik ve teknokratik toplum teorisi (Comte, Saint Simon, Pareto, Stalin), yöneticilerin rasyonelliği cisimleştirdikleri ve daha üstün bir bilgi ve akıl yürütme kapasitesine sahip oldukları gerekçesiyle seçkinlerin egemenliğindeki yönetimi haklılaştırmıştır.
Nitekim Horkheimer ve Adorno, Aydınlanma/akıl ve ilerlemesinin toplumsal tahakkümün kapitalist emek sürecinde ve ekonomi, bürokrasi ve kültür endüstrilerinde kurumsallaşmasıyla ve araçsal düşüncenin yükselen hegemonyasıyla toplumsal gerileme ve irrasyonellik ürettiğini savunmaktadırlar. Dolayısıyla hem Horkheimer ve Adorno hem de diğer eleştirel teorisyenler bu fenomenlerin ışığında teknolojik açıdan ileri bir toplumun özgürlük ve ilerlemeyi otomatik olarak cisimleştirdiği iddialarını reddederler [27] . Horkheimer ve Adorno, bilim ve araçsal aklın mitik hale geldiğini, daha önceleri dine atfedilen üstün güçlere körü körüne itaat ve tapınma tarzlarını yeniden ürettiğini savunmuşlardır. Yazarlara göre “mit zaten Aydınlanmadır ve; Aydınlanma mitolojiye geri dönmektir” [28]. Öte yandan modern burjuva öznelliği, patriyarki ve tahakkümün izleri, kurnazlığı ve açgözlülüğü ile burjuva işadamını öndeleyen, kendi adamlarını sömürüp ezmesiyle işçi sınıfı üzerindeki kapitalist tahakkümü ve evinde karısının ve/ya da çocuklarının üzerinde kurduğu tahakkümle burjuva-feodal patriyarkiyi önceden canlandıran Odisseus’a dek uzanır.
Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın Diyalektiği’nde modernliği, kapitalizmin ve Aydınlanmanın/aklın izlediği güzergah çerçevesinde kapitalist ekonomik sistemin, araçsal rasyonelliğin ve teknolojinin bir ürünü olarak analiz etmişler ve çağdaş toplumsal oluşumların kapitalizm ve teknolojinin sentezi olarak meydana getirildiğini öne sürmüşlerdir.
“İnsanın doğal çöküşünü bugün toplumsal ilerlemeden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ekonomik üretkenliğin artışı bir yandan adil bir dünya için gereken koşulları yaratırken öte yandan teknik aygıta ve bunu elinde tutan sosyal gruplara halkın geri kalan kısmı üzerinde hadsiz hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlıyor.[29].”
Yazarlar, özellikle bu ve diğer eserlerinde klasik Marksizm’deki diyalektik modernlik analizini mutlaklaştırmışlardır. Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da burjuvazinin ve kapitalist modernliğin hem iyiyi hem de en kötüyü temsil ettiğini belirtirler. Burjuvazi ve kapitalist modernlik feodalizmi ortadan kaldırmış ve üretim ile hayatı daha önceki herhangi bir toplumsal sınıfın ya da projenin yapabileceğinden daha fazla devrimcileştirmiştir. Kapitalist modernlik, yeni ürünler ve teknolojiler, yeni iletişim ve ulaşım tarzları, bir dünya pazarı ve birçok yeni ilişki ve ihtiyaç yaratmıştır. Ama aynı zamanda ezilen bir işçi sınıfını, sömürüyü ve Marks ve Engels’in kapitalist sistemi er ya da geç yok edeceğine inandıkları bir krizler döngüsünü de üretmiştir. Sonuç olarak Marks ve Engels’in diyalektik bir modernlik teorisi vardı ve gelecekteki daha iyi bir toplumun olanaklarını bu diyalektik modernliğin yörüngesine oturtuyorlardı.
Horkheimer ve Adorno ise önemli sayılabilecek herhangi bir devrimci muhalefet içermeyen, kendi kendini yeniden üreten, istikrarlı bir kapitalist sistem saptamasında bulunarak Marksist devrim teorisinden uzaklaşmışlar. Her iki yazar da bireysel direnişin dışında herhangi bir alternatif saptamamışlar ve bunun sonucunda uygun olmayan bir politika, eleştirel teorinin bugüne dek varlığını sürdüren bir sorunu olarak kalmıştır.
Aydınlanmanın Diyalektiği’nde üzerinde durulan bir diğer konu da iktidar-özne ilişkisidir. Klasik Marksizm’de burjuvazi ve proleterya sınıfları arasında çözülemez bir çelişkinin olduğu sayıltısı vardır ve buna sınıfsal çelişki denilmektedir. Marks’a göre birey (özne) temiz ve saftır, kötü olan düzendir, insanın davranışlarını etkileyen toplumdur.
Ancak Horkheimer ve Adorno, Marks’tan farklı olarak iyi-ya da kötü olanın düzen değil insan olduğunu ve ideal bir öznenin olmadığını öne sürerler. Horkheimer ve Adorno’ya göre insanlar kendi çıkarlarına göre davranışta bulunurlar ancak bu rasyonel davranış insanı mutluluğa götürmez; çünkü insanın kendisi için rasyonel olduğunu düşündüğü davranış aslında sistemin, çıkarlarına göre belirlediği davranışlardır.
Sonuç olarak Horkheimer ve Adorno’ya göre Aydınlanma olumsuzluklarla yüklü bir alandır. Bu iki yazar Aydınlanma ile öne çıkan aklın, araçsal bir hal aldığını (bir araca indirgendiğini) ve “tutulduğunu” [30], bunun da, bireyin özgürlüğünün yitimine-bireyin yok olmasına neden olduğunu savunmuşlardır. Bireyin bu yok oluşunda Aydınlanmanın totaliter rolüne değinen yazarlar ayrıca Aydınlanmanın karşı olduğu mite/mitolojiye geri döndüğünü, insanlığı yeni türden bir barbarlığa götürdüğünü iddia etmişlerdir. Ve daha önce söylendiği gibi Aydınlanmayı aklın kendi karşıtına dönüştüğü ve modernliğin özgürleşme vaatlerinin, baskı altında tutmanın ve tahakkümün maskeleri haline geldiği bir süreç olarak görmüşlerdir.
Kaynakça
Buhr, M. ve diğerleri. Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi. Çeviren: Veysel Atayman. Birim Yayınları, İstanbul: 1984.
Copleston, Frederick. Aydınlanma. Çeviren: Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul: 1996.
Hegel, G.W. Friedrich. Tinin Görüngübilimi. Çeviren: Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul:1986.
Horkheimer, Max. Akıl Tutulması. Çeviren: Orhan Koçak. Metis Yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul, 2002.
Horkheimer, Max ve Theodor, W. Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar 11. Çeviren: Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul:1995.
Jay, Martin. Diyalektik İmgelem- Frankfurt Okulu ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Tarihi 1923-1950. Çeviren. Ünsal Oskay. Ara Yayıncılık, İstanbul: 1989.
Kant, lmmanuel. Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt [1784]. Kant, Seçilmiş Yazılar. Çev. ve Der. Nihat Bozkurt. Remzi Kitabevi, İstanbul:1984.
Kızılçelik, Sezgin. Frankfurt Okulu. Anı Yayıncılık, Ankara:2000.
Slater, Phil. Frankfurt Okulu. Çeviren: Ahmet Özden, Kabalcı Yayınevi, 1998.
[1]Slater, Phil. Frankfurt Okulu. Çeviren: Ahmet Özden, Kabalcı Yayınevi, 1998, s.9.
[2]Jay, Martin. Diyalektik İmgelem- Frankfurt Okulu ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Tarihi 1923-1950. Çeviren. Ünsal Oskay. Ara Yayıncılık, İstanbul: 1989, s.10.
[3] Fromm, sosyal psikoloji üzerindeki çalışamalarına daha çok zaman ayırabilmek için 1939 yılında Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nden ayrılmıştır.
[4] Capleston, Frederick. Aydınlanma. Çeviren: Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul: 1986, s.9.
[5] 18. yy. Aydınlanmacılarında “insan aklını kullanarak kendisinin ve yaşadığı toplumun geleceğini etkileyebilir” ve “insanın; doğa, insan ve toplum üzerinde tahakküm kurma hakkına sahiptir” anlayışı vardır.
[6] Buhr, M. ve diğerleri. Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi. Çeviren: Veysel Atayman. Birim Yayınları, İstanbul:1984, s.5.
[7] “Aydınlanma-Burjuvazi” ilişkisi konusunda bakınız: Lucien Goldmann Aydınlanma Felsefesi. Çeviren. E. Arslan, Doruk Yayınları, Ankara: 1999.
[8] Kızılçelik, Sezgin. Frankfurt Okulu. Anı Yayıncılık, Ankara:2000, s.73.
[9] Buhr ve diğerleri. Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi. 1984, s.5.
[10] Aydınlanmanın bu karşı çıkışının özünde bireyleri, teolojinin mit ve mitoslarından ve dinin etkisinden kurtarma/uzaklaştırma çabası vardır.
[11] Aydınlanmanın Diyalektiği, sanılanın aksine aydınlanma dönemini anlatan bir yapıt değildir. Horkheimer ve Adorno, bu çalışmayı yapmaktaki amaçlarını şöyle ifade etmektedirler: “Aslında amacımız, insanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamaktan fazlası değildi...(Horkheimer ve Adorno, 1995, s.11)”.
[12] Kant’a göre Aydınlanma; insanın, aklını başkasının yardımına ihtiyaç duymadan ve başkasının etkisi olmadan özgürce kullanmasıdır. “Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır. Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden, kitlenin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü”. Kant, Immanuel. Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt [1784]. Kant. Seçilmiş Yazılar. Çev. Ve Der.N.Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul:1984, s.215
[13] Hegel’e göre Aydınlanma “saf içgörüye dayanmaktadır ve inanç, bu içgörüye, us ve gerçekliğe karşıttır. Saf içgörünün, kavramın gücünü yönelttiği özgün nesne, ona aynı ögede karşı duran saf bilinç biçimi olarak inançtır”. Anlaşıldığı gibi Hegel’de Aydınlanma dine karşı bir savaşımdır. Hegel, G.W. Friedrich. Tinin Görüngübilimi. Çeviren: Aziz Yardımlı. İdea Yayınları, İstanbul:1986, s.328-334
[14] Horkheimer ve Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği l. 1995, s.15.
[15] A.g.e., s.108
[16] A.g.e., s.19.
[17] Horkheimer, Max ve Theodor W. Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği 1. Çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul:1995, s.73.
[18] A.g.e., s.14.
[19] Kızılçelik, Sezgin. Frankfurt Okulu. 2000, s.80.
[20] Horkheimer ve Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği l. 1995, s.105.
[21] Marksist yazarların, çalışmalarını iktisadi bağlamda yapmalarına karşın Eleştirel Teorinin bütün teorisyenleri çalışmalarında kültür üzerinde önemle durmuşlardır.
[22] Kültür Endüstrisi, temel olarak burjuvazi tarafından işçi sınıfını/tüm insanlığı sindirmede/susturmada ve kişiliksizleştirmede kullanılmaktadır. Daha önce söylendiği gibi burada temel araç medyadır. Şöyle ki bu endüstrinin ürettikleri ürünlerin -gazeteler, reklamlar, TV programları ve konulu filmler- insanların dünyayı anlamlı kıldıkları imgeleri ve söylemleri düzenlemede yaşamsal bir rol oynadıkları oldukça açıktır. Medya, İktidar ve İdeoloji üzerine yapılan bir çok çalışma (Medya ve Demokrasi. John Keane. Çeviren: Haluk Şahin. Ayrıntı Yayınları, 1992; Medya, İktidar, İdeoloji. Derleyen ve Çeviren Mehmet Küçük, Ark Yayınları, 1994; Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar. J.C. Scott. Çeviren:Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1995; İletişim Çalışmalarına Giriş. John Fiske. Çeviren: Süleyman İrvan, Ark Yayınları, 1996; İletişim Egemenlik Mücadeleye Giriş. İrfan Erdoğan. İmge Yayınevi, 1997) bu bulgu doğrulamaktadır.
[23] Horkheimer “Akıl Tutulması” isimli çalışmasında da bu konuya değinmektedir.
[24] Horkheimer ve Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği 11. 1995, s.8.
[25] A.g.e., s.69.
[26] Araçsal akıl kavramı, aklın Kapitalizm tarafından evcilleştirildiğini, düşüncenin gerçekte Kapitalizmin problemlerine çözüm aramaya yönlendirildiğini ve akletme ve düşünmenin tamamen araçsal türden, yani eşyayı kontrol etme ve onları kapitalist sömürünün amaçlarına uygun hale getirme çabasından kaynaklanan problemlere cevap bulma kabilinden şeyler olduğunu anlatmaktadır.
[27] Hem Post modern hem de Post endüstriyel toplum teorileri teknolojik gelişimi toplumsal değişimin motoru haline getirir ve ekonomik zorunlulukların ya da teknoloji ve toplumsal üretim ilişkileri arasındaki bir diyalektiğin çağdaş toplumları yapılandırmayı ne ölçüde sürdürdüğünün görülmesini engeller. Ancak Post modern toplum teorileri genellikle bilim ve teknolojiye beslenen derin bir inançla birlikte Aydınlanmanın rasyonellik, özerklik ve ilerleme değerlerine bağlı kalma eğilimi gösterir. Oysa bunun tersine Post endüstriyel teoriler Aydınlanmayı keskin bir şekilde eleştirme ve muhalif değerleri onaylama eğilimindedir.
[28] Horkheimer ve Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği 1. s.17.
[29] A.g.e., s.15.
[30] Bu kavramı ilk kez 1947 yılında Horkheimer kullanmıştır.

1 yorum:

BÜLENT AKDAĞ dedi ki...

Güzel yazı, tebrikler.